2 ay ago · Dr. Gökce Gürdil Birinci · 0 comments
Sanki Şurama Bir Şey Oturuyor
İnsanların kendileriyle ilgili memnuniyetsizlikleri çoğu zaman iç sıkıntısı, bunalma hali veya nefes daralması gibi durumlarla kendini gösterebilir. Kişinin, mevcut halini beğenmediğinde, kendini katı bir biçimde eleştirdiğinde, “daha iyi” olması gerektiğini ve bu amaçla vakit kaybetmeden bir şeyler yapması gerektiğini düşündüğünde hem duygusal hem de fiziksel anlamda bir gerilim yaşaması olağandır. Ancak, bazen bu gerilim o kadar artar ki kişi kendini, “sanki bir el boğazımı sıkıyor,” diyecek kadar zor bir durumda bulabilir. Kendilerini acımasızca yargılayan kişilerin bu halleri yetersizlik, başarısızlık, aşağılık hisleri ve kendini suçlama gibi eğilimlerle kendini gösterebilir.
Böylesi durumları bireyler bazen, “ben kendimi hiç sevmiyorum,” şeklinde tarif ederler. Aslında burada asıl mesele, bireyin “kendini” değil, o anki var oluş biçimini, davranışlarını, yaptıklarını ya da yapmadıklarını sevmemesi, beğenmemesidir. Bu da büyük ihtimalle, o yaşayış ya da davranış biçiminin, bireyi yetiştiren kişiler tarafından kabul görmemiş olmasından; katı bir şekilde eleştirilip yargılanmış, yasaklanmış, hoş görülmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Yüksek beklentili ve yargılayıcı ebeveynler tarafından yetiştirilmiş; yeterince iyi olmadığında hoş görülüp desteklenmemiş, her hatası mesele edilmiş, her yaptığına bir kulp takılmış, ne yaparsa yapsın “bir türlü yaranamamış” bireyler ileride kendilerine karşı da benzer tutumlar geliştirirler. Örneğin, bir işte hedefledikleri başarıyı gösteremediklerinde, ilişkileri istediği gibi gitmediğinde, şöyle bir durup dinlendiklerinde veya boşa zaman geçirdiklerinde ya da başlanacak işleri ertelediklerinde sanki çok büyük bir suç işliyormuş gibi hissedebilirler. Bu gibi hallerle barışık olabilmek, bireyin “yeterince iyi” olmadığında da sarılıp sarmalanmış olmasıyla, kabul ve değer görüp sevildiğini hissetmesiyle mümkün olur. Böylesi anlayışlı ve hoşgörülü temaslar olamadığında bireyin kendiyle barışık olması, olduğu halinden memnun olması da pek mümkün olamaz.
Büyürken kendiyle ilgili olumsuz inançlar geliştirmiş olan bireyler sıkılıkla, “suçluyum”, “tembelim”, “sorumsuzum”, “benin yüzünden” gibi ifadelerle kendilerine yüklenip huzursuzluk yaşayabilirler. Ya da istedikleri bir işin peşine düşmeye heveslendiklerinde, “benim ne haddime, otur oturduğun yerde”, “hakkım yok”, “elime yüzüme bulaştırıp başıma iş açarım”, “zaten istesem de olmaz ki” diyerek kendilerini durdurabilirler. Bu ifadeler çoğunlukla bireyin büyürken duyduğu ifadelerdir. Büyüdüğü ortamdaki eleştirel sesleri şimdi kendi içinden duyar, o yargılayıcı bakışları üstünde hisseder. Özellikle şimdiki çevresi de destekleyici, hoşgörülü ve şefkatli değilse, birey hem bu yaşadıklarını ifade edip içini döküp rahatlayamaz hem de kendini baskı altında hissedip suçlamaya devam edebilir. Yaşamak istediklerini yaşayamamanın üzüntü ve kederi ya da suçlu olmaya, cezalandırılmaya yönelik kaygılar giderek büyüyerek kişinin üzerinde çok büyük bir baskı oluşturabilir. Bu durum çok sık ve yoğun yaşandığında depresyon veya kaygı bozukluklarına yol açacak boyutlara gelebilir.
Eğer bireyin yakınları ona, “sorun değil, her zaman mükemmel olmak zorunda değilsin” şeklinde yaklaşıyorsa; işler yolunda gitmediğinde, “olabilir, senin suçun değil, kendine yüklenme” diyerek şefkat gösterebiliyorsa, bir hata yaptığında ya da başarısız olduğunda, “tamam, hepimiz yanlışa düşebiliriz, bundan sonra dikkat edersin” diyerek anlayış gösterebiliyorsa, hayal kırıklığı yaşadığında veya öfkeli olduğunda onu ayıplamak yerine dinleyip eşlik edebiliyorsa birey kendi içinde de daha huzurlu ve dingin olabilir. Kendinin beğenmediği o halinin aslında şefkatle kabul görmesi, kendini yiyip bitirmeyi bırakabilmesine yardımcı olabilir.
Bu durum, yapılan yanlışların onaylanması anlamına gelmemelidir. Kişinin kendinde memnun olmadığı konular hakkında gerilim yaşaması ve gelişmeyi istemesi elbette sağlıklı bir şeydir. Ancak hiç kimse suçlanma, utandırılma, cezalandırılma tehdidi altında sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişemez. Dolayısıyla “bağcıyı dövmek” işe yaramaz. Kişi ancak suçlayıcı olmayan bir atmosfer içinde kendini savunma gereksinimini bir kenara bırakarak beğenmediği hallerine bakabilir, kendini anlayabilir ve kendisi için yeni sorumluluklar alabilir.
Bazen böyle bir çevre ne yazık ki yoktur. Kişi yalnızlığı içinde giderek daha da çökkün hale gelebilir. Bazen de kişinin çevresinde yakınları vardır ama onlar da yeteri kadar anlayışlı veya hoşgörülü olmayabilirler. Onun kendiyle ilgili olumsuz inançlarını pekiştirecek şekilde katı, talepkâr, yargılayıcı veya ilgisiz davranıyor olabilirler. Bazı durumlarda da bireyin yakınları gayet destekleyici, şefkatli, hoşgörülü ve anlayışlı olduğu halde bu pek işe yaramaz; çünkü birey ne duyarsa duysun kendiyle ilgili olumsuz inançlardan başkasına inanmaz. Küçükken hiç duymadıklarını artık duyduğunda inandırıcı gelmez.
Sağlıklı bir terapist-danışan ilişkisinde tüm bunlar beraberce ele alınabilir. Danışan, iç sıkıntısının aslında ne anlama geldiğini terapistiyle birlikte keşfedebilir. Kendinden beklentilerini, bunları beklerken kendi canını nasıl yaktığını ve bunu yapmayı kimlerden öğrendiğini fark edebilir. İsteklerine yönelirken; fikirlerini, duygularını ve taleplerini dile getirirken kendini nasıl durdurduğunu ve bunu hangi kaygılarla yaptığını görebilir. Nihayetinde kişi kendi doğrularını belirlemiş ve kendi hedeflerini koymuş bir halde geleceğe yönelebilir; bu doğrultuda yaşadığı kaygıları da işlevsel bir enerji kaynağı olarak kullanabilir.
Tags: beklenti, depresyon, kaygı, memnuniyetsizlik, yalnızlık, yargılama Categories: Hayata Dair İpuçları
